02 Mayıs 2005
Kaç haftadır, sözde soykırım konusunu sizlere birçok kaynağa dayanarak aktarmaya çalıştım. Bu hafta size, Avrupalının geçen yüzyılın başlarında kendi dininden olanlara neler yaptığını bir edebiyatçının, bir felsefecinin kaleminden, kendisini etkileyen başka bir felsefeciden bahsederken, Avrupa’nın kapkara bir dönemini nasıl anlattığına beraberce bakalım.
Stefan Zweig ‘in 1942 Yılında ölümüyle 20.Yüzyıl Alman Edebiyatına damgasını vurduğunu bütün Avrupa kabul ediyordu. Bir yerde psiko-analizci olarak tanımladığı ilk tanıma döneminde pek de anlayamadığını söylediği Michel de Montaigny’den nasıl bahsettiğini bu arada Avrupa’nın kapkara yüzünü satır aralarında görmüş olacağız.
‘’... Her zaman öyledir: Yükseliş ne denli dik olursa alçalış da o kerte dik olur. Kendi çağımızda yaratılan hünerler ve teknik harikalar nasıl en korkunç yıkım araçlarına çevrilmişse, o zaman da şifalı gözüken Rönesans ve Hümanizm elemanları öldürücü zehir haline getirilmişti. Avrupa’ya yeni bir Hıristiyanlık ruhu getirmek isteyen Reform benzeri görülmedik azgınlıkta din kavgalarına yol açmış, yaratılan baskı makinesi bilgi ve kültür yerine Furor Theologicus , Hümanizm yerine de kaba hoşgörüsüzlük yaymaya başlamıştı. Kanlı iç-savaşlar Avrupa’nın hemen her ülkesini çöle çevirirken yeni keşfedilen Amerika kıtasında da Konquistador’ların insafsız elleri eşi görülmedik bir barbarlıkla yerli uygarlıkları,canlı cansız bütün değerleriyle yok ediyordu. Rafael, Mikelanjelo, Leonardo Davinci, Dürer ve Erasmus’ların çağından , -çok eski çağlara düşülmüştü-.
Hümanizmden hayvanca yırtıcılığa bu geri dönüş, bugün bizim bir defa daha yaşadığımız toplu çılgınlığa pek benziyordu.Böyle bir geri gidişi eli böğründe seyretmeye zorlanmak, Montaigny’ninki gibi işlek ve namuslu bir kafa,acıyan duygulu bir yürek için cehennem azabından beterdi. Gönlünü verdiği barış, anlaşma, akıl ve zeka gibi yüksek manevi değerlerden hiç birinin içinde yaşadığı memlekette ya da daha geniş dünyada bir saat bile gerçekleştiğini görmemişti.
Zamana ilk bilinçli bakışında, sanki dönülmez bir yolculuğa çıkıyormuş gibi, umutsuzca ve korku ile başını öte yana çevirmişti.Korkunç bir kin ve öfke kasırgası sevgili yurdunu altüst ediyor, bütün insanlığı temelli utandıracak sahnelere sebep oluyordu. Daha onbeşini doldurmamış bir yarı çocuk iken Bordaux’da tanık olduğu bir halk ayaklanışı ömrü oldukça aklından çıkmayacak ve onu her türlü zulmün ve zorbalığın barışmaz düşmanı yapacaktı. <<Gabelle>> denilen tuz vergisine karşı başlayan çocukça ayaklanma canavarca bastırılırken, yüzlerce insan işkence ile, asılarak, tekere vurularak, dörde bölünerek, başı koparılarak, yakılarak yok edilmiş, ortada bırakılan yarı yanmış, yarı çürümüş cesetlerin üstünde günlerce kargalar ve akbabalar uçuşmuştu. İşkence edilenlerin dayanılmaz feryatlarıyla kulakları yırtılmış, sokakları dolduran yanık insan eti dumanlarını koklamak zorunda kalmıştı.Daha sonra ilk gençlik yılları bile dolmadan, iç savaş başlar ; Yobaz , bağnaz din inançlarının kudurgun boğuşması vatan toprağını öyle bir didikleyip çöle çevirir ki , benzeri ancak bugünkü sosyal ve ulusal bağnazlıkların dünyayı bir baştan ötekine yıkışında görülebilir. <<Chambre Ardente>> Protestanları yaktırır, Bartholemus gecesiyle başlayan kamusal kırım tek bir günde sekizbin kişiyi (Hugenot’u) yok eder. Onlar da kendilerini koyun gibi boğazlatacak değiller ya, cinayete cinayetle cevap vererek kiliseleri yakar, heykelleri yıkar, ele geçirdiği her katoliği öldürür. Köpürüp taşan, sınır engel tanımayan kamusal çılgınlık mezarda ölüleri bile rahat bırakmaz. Aslan yürekli Richadr’ın Fatih Wilhelm’in mezarları açılıp talan edilir. Köyden köye, kentten kente yürüyen asker kolları, -Tabii hepsi Fransız, hepsi Fransa yurttaşı-, öldürmedik can, yıkmadık ev, yakmadık çiftlik bırakmazlar. Kudurganlıkta hiçbir parti ötekinden geri kalamaz. Teslim olan garnizonlar sonuna dek kılıçtan geçirilir ve akarsular içlerinde yüzen kadavralardan içilmez, kullanılmaz olur. Zamanın istatistikleri yıkılıp talan edilen köylerin sayısını 120.000 olarak gösteriyor. Giderek niçin döğüşüldüğü de unutulur. Silahlı çeteler sarayları basar,yolları keser, protestanmış, katolikmiş, sormaz bile. Yakın ormanın içinden geçmek Kızılderililerin ya da yamyanların yanından geçmekten daha az tehlikeli değildir.Ne can, ne mal, ne konut güvenliği kalmıştır.
İhtiyar Montaigny şöyle yazar. ’’30 Yıldan beri içinde yaşadığımız karışıklıkta her Fransız hemen her saati kaderini kökten değiştirebilecek bir olayı bekleyerek geçirmiştir.’’
Yukarıda ki satırları, biz söylemiyoruz. Kimin kimlere neler yaptığını varın siz değerlendirin. Üstadını değerlendiren, ondan etkilendiği noktaları ele alırken, Avrupa’nın yaptıklarına da zaten KIRIM demiyormu….?
İşte Stefan Zweig’in satır aralarında, bu günlerin yaşanacağını düşünmeden verdikleri. Belki bilse yinede yazacaktı diye bilir miyiz…? İşte kendinden uygar ve demokrasi havarisi olarak bahseden geçmişi KAPKARA bir Fransa. Ya bugünü…?
Cem Cüneyd Canan