TARÎKATLAR...NURCULUK...GÜLŞENÎLİK

31 Ağustos 2016


Yazılarımı takip eden okuyucularım hatırlayacaklardır ki, “SİCARİİ” den başlayarak dini terör örgütlerini, tarikat ve cemaat yapılanmalarının yanlışlarını kalemim döndüğünce yazmaya çalışmıştım. Kendimce yetkililere, yanlış yapıyorsunuz uyarısında bulunmuştum. Nafile..Ne zamana kadar, FETÖ/PDY kalkışması patlayıncaya kadar. Yazık değil mi kaybettiklerimize, yazık değil mi ülke kaynaklarının her türlüsünün ziyan olmasına. Kaldı ki, bütün bunların tarih sayfalarında binlerce yaşanmışlığı ve örneği varken bu kadar yanlış nasıl yapılır? Temennim, bundan sonra kuyumcu titizliği ile, itidalle yaşadığımız bütün acıları atlatmış oluruz..

Sözlükler, TARİKATI; (Allah’a ulaşmak arzusuyla tutulan yol; tasavvufî meslek), (Terkîbât-ı Arabiyyede “tarîka” suretinde kullanılır. –Yol, meslek, tarîk, râh, -evrâd ü ezkâr ve tasavvuf husûsunda intisâb ve takip olunan yol ki merdân-ı hakikatten bir ârif-i billâhın mesleğidir.),
- Yol, meslek, tarik, Allah’a ulaşmak maksadıyla tutulan yol, bir mürşide bağlanıp belli şartlara uyarak ahlâkını güzelleştirmeyi, kötülüklerden arınmayı, tevhidin hakikatine varmayı ve Allah’a ulaşmayı amaç edinen tasavvuf yolu. …Bir şeyhe bağlı kimseler için konulmuş olan mânevî, ahlâkî ve sosyal kuralların bütünü ve kurallara göre teşkîlâtlanmış kurum.
…. Tarîkat kelimesi zamanla anlam kaymasına uğrayarak klasik tasavvufî mânâsından uzaklaşmış, kavram kargaşasına yol açacak şekilde belli bir amaç ve düşünce etrafında toplanan, genellikle olumsuz kapalı zümreleri ifâde etmek için kullanılır olmuştur.) şeklinde tarif ediyor.

Merhum, Prof. Dr. Halil İnalcık; “ Özetle ikinci bin sonunda Türkiye’nin içinde bulunduğu mücadele, aslında uzun bir tarihî gelişimin sonucudur. Bu sürecin yeni aşamasında yeni sorunlar, yeni güçler sahnededir ve çözüm arayan gruplar Atatürkçü, sosyalist veya gelenekçi-İslâmcı olsun, bu sorunlara kendi sistemleri kapsamında yanıt bulmaya çalışmaktadırlar. Bugün Türkiye, içerisinde Ortaçağ Osmanlı bürokratik, patron-kul sistemine yer olmayan, sosyal bakımdan giderek farklılaşan, çoğulcu bir topluma doğru gelişme gösteren bir ülkedir. Yeni koşullarda, sivil ve askerî bürokrasi ve İslâmcı partiler, bu sosyal farklılaşmayı anlamak ve sorunları çoğulcu demokrasi içinde çözmeyi benimsemek zorundadır. Bugün dünya düzeni de ancak böyle bir çözümü kabul eder. Türkiye’nin içinde bulunduğu iç ve dış sorunlar bunu gerektirir” diyor.

Yine, merhum Prof. Dr. Halil İnalcık’a kulak verelim; “Son araştırmalar ortaya koymuştur ki, II. Abdülhamid dönemi (1876-1909), siyasette Batı fikirlerine karşı olmakla beraber, kültür ve eğitim alanında büyük atılımların gerçekleştiği bir dönemdir. Sivil Batıcı eğitimin genelleşmesi, mektebin, kitabın ve gazetenin etkisi altında aynı ilkeleri paylaşan bir kamuoyunun ortaya çıkması, Batılı zihniyette bir seçkin sınıfın oluşması, Mustafa Kemâl kuşağını ve onun düşüncelerini anlamak bakımından önemlidir. Eğitimde ve dünya görüşünde pozitif bilim yaklaşımını egemen kılmak, devleti halk egemenliği temeline oturtmak, toplumu sınıf kavgasından kurtulmuş bir halk ve bütün insanları eşit görmekten ibaret Atatürkçülüğün temel ilkeleri, onun gençliğinde aydınlar arasında yaygın fikirlerdi. Özetle Türk tarihinin Batı’ya, yeni bir hayat görüşüne yöneldiği son yüzyıllık gelişme, başka bir deyimle TÜRK AYDINLANMA ÇAĞI, Atatürkçülüğü açıklamak bakımından önemlidir. Böylece Atatürkçülük, Türk tarihinin doğal gelişiminin kesin, vazgeçilmez bir sonucu olarak görünmektedir. Bugün Türkiye demokrasisinde bu tarihî süreci geriye çevirme çabası, tarihin akışına ters düşer” demektedir.

Bu önemli tespitleri yapan merhum, “Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet” isimli eserine başlarken, “Osmanlı Devleti’nde dinin tarihi üzerinde toplu bir bibliyografya şimdiye kadar meydana getirilmiş değildir” şeklinde önemli bir noktayı vurguluyor.

Ne garip çelişkidir ki, Osmanlı ile yatıp, Osmanlı ile kalkanlar, Cumhuriyetin kuruluşuna karşı oldukları gibi, İslâm Dini konusundaki bütün Kur’an ve Sünnetten uzaklaşmayı 1923 ve hemen sonrasındaki döneme ve hilâfetin kaldırılmasına yüklemektedirler.

1923 öncesinin İslâmî bilgi dağarcığının, konusunda yeterli âlimlerin neleri verip-veremediği üzerinde hiç durmazlar. Manasını anlamadan okunan bir Kur’an-ı Kerim, dedem-babam-amcam bize Ahmediye- Muhammedi’ye okurdu, söylemlerinden öteye gitmeyen kültür seviyesi. Kendi milleti için aydınlanmayı başlatan, ancak bir milleti hayat gailesine sürükleyen, vatan kavgasından, toprağına sahip çıkmaktan başka çaresi olmayan bir millet. Ve malûm akıbet…

Osmanlı ile yatıp Osmanlı ile kalkanlar, Ne Osmanlıyı ne de Osmanlı dönemini bilmemektedirler. En son örneğine bakarak karar verelim:

Kurtuluş Savaşı, Cumhuriyetin kuruluş ilkelerine ve Atatürk’e karşı durarak, kökü Osmanlı’da olan değerlerimizin isimlerini değiştirerek, yok etme hastalığının tedavisini, tıpta hangi alanın iyileştirdiğini, doğrusunu söylemek gerekirse, bilmiyorum.

Şu GÜLHANE HASTANESİ’NİN ismi, kimi, kimleri neden rahatsız etti? GÜLHANE HASTANESİ, “GÜLHANE SERİRİYAT HASTANESİ” adı ile padişah II. Abdülhamid tarafından, kendi doğum günü olan 30 Aralık 1898 tarihinde açılmadı mı?

1914 yılında “GÜLHANE SERİRİYAT HASTANESİ” ismi değiştirilerek, “GÜLHANE TATBİKAT-I ASKERİYE TATBİKAT MEKTEBİ VE SERİRİYATI” yapılmadı mı?

Osmanlıcılık taslayan, ecdadının neleri, nasıl yaptığını ve yapamadığını anlayamayan kafalar, sözüm ona Cumhuriyet değerlerine karşı olmak adına yaptıklarıyla tarihide bilmediklerini ortaya koymuşlardır. İlk açılışında “GÜLHANE” adını II. Abdülhamid (Sultan Abdülhamid Han-ı Sanî bin Abdülmecid Han El-Muzaffer Daima) koymuştur.

“GÜLHANE HASTANESİ” nin ikinci defa ismi değiştirilirken “GÜLHANE” ismi yine korunmuştur. O tarihte, tahta Osmanlı İmparatorluğu’nun 35. padişahı V. Mehmed Reşad (Sultan Reşad) bulunmaktadır. Genellikle, kendisinden önce yapılan her şeyi yok sayan ve değiştiren bir yönetim anlayışı, burada “GÜLHANE” ismini muhafaza etmiştir.

Şimdi, Cumhuriyet değerleri ile oynayanlar, II. Abdülhamid Han ve Sultan Reşad’ın “mühezzeb” ruhlarını, “GÜLHANE” ismini yok ederek “muazzeb” ettirmiş olmayacaklar mıdır? “GÜLHANE” ismi Osmanlı’dan kalma değil midir? “GÜLHANE PARKI”, “GÜLHANE OCAĞI”, “GÜLHANE KASRI” ve “GÜLHANE HAS AHIRLARI”’NIN ismi tarihten nasıl silinecek? Bu mu Osmanlıcılık?

Yazıma, tarikatlar diyerek başlamıştım. Araya “GÜLHANE” gelip oturdu. Daha çok aklın, irâdenin, erdemin kişi ile bağını anlatacaktım. Said-i Nursî’nin, Risâle-i Nurlardaki tenkit edilen, yanlış olan konuları, kaynaklarından aktaracaktım. Bir tarikattan, nasıl Risâle-i Nur okunarak terör örgütü çıktığını, Nurculuğu anlamaya çalışacaktım! Tarihin her döneminde ve de Osmanlı’da anlayış, uygulama, yorum ve tavırlarından dolayı tarikatların nasıl tepki alabildiklerini anlatacaktım. Fakat yazı her zamanki gibi yine uzayıp gitti. Yine de Osmanlı’da tarikatlar ile ilgili bir olayı anlatarak bitirelim.

Gülşeniyye tarikatı mensupları; “vahdet-i vücûd anlayışını benimsediklerinden hem ulemâ hem de merkezî yönetimce zındık ve mülhid telakki ediliyorlardı. Nitekim bu tür suçlamalara hedef olan İbrâhim Gülşenî 1523 yılında Kanûnî Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a davet edilmiş, yanına bazı müridlerini de alarak Kahire’den İstanbul’a gitmiş, sultanın huzurunda yapılan soruşturmadan sonra hakkındaki iddiaların asılsız olduğu sonucuna varılarak Mısır’a dönmesine izin verilmişti.

Şeyhülislâm Çivizâde Muhyiddin Mehmed Efendi Mısır kadısı iken Gülşenîler aleyhinde verdiği bir fetvasında onların sapık, mülhid ve zındık olduklarını, kestikleri hayvanların yenmeyeceğini, imamlıklarının câiz olmadığını beyan edince sıkıntıya sebep olan bu mesele Ebüssuûd Efendi’ye arz edilmişti. Çivizâde’nin tesbitlerinden sonra karşı görüşleri de ihtiva eden uzun bir soruya Ebüssuûd Efendi’nin verdiği cevap şöyledir: “Ehl-i sünnet ve’l-cemâat itikadı üzre olup şer’-i şerif muktezâsınca amel edip selef-i sâlihîn tarikine sâlik olan kâinen mâ kân makbuldür. Şeyh İbrâhimlidir demekle onlara dahl ve taarruz câiz değildir.”

Ancak Ebüssuûd Efendi, Edirne’de bulunan Gülşenî’nin halifesi Muhyiddin Karamânî’yi İstanbul’a getirterek muhtemelen kendisinin tayin ettiği ulemâ heyetinin önüne çıkarmış ve yapılan sorgulama sonucunda onu zındıklık ve ilhad suçundan mahkûm etmişti. Bu karar şeyhin idamı ile sonuçlanmıştır.” ( D.İ.A.cilt: 14; sayfa: 258 [GÜLŞENİYYE - Mustafa Kara]

Tarikat dediğimizde bakın tarihte de neler görebiliyoruz. Padişah suçsuz bularak af ediyor. Kadı suçludur diye fetva veriyor. Şeyhülislâm Ebüssuûd; “onlara dahl ve taarruz câiz değildir” diyor. Sonrasında, idam ile sonuçlanıyor. Ebul Ala El Maari şöyle bir tespitte bulunuyor. ‘’ İnsanlar iki kısımdır, bir kısmının dini vardır, aklı yoktur. Bir kısmının aklı vardır, dini yoktur.’’ Biz şimdi hangi kısım da yer alacağız…?

“Ne istediler de vermedik, aldatıldık, kandırıldık. Haşhaşiler, Fetö/Pdy, inlerine gireceğiz, vatan hainleri, hepsini tutuklayın.” Sizce, 1523 yılından 2016’a kadar ne değişmiş?
 

Cem Cüneyd Canan

Cem Cüneyd Canan © 2006 - 2024 Her hakkı saklıdır. Başa Dön