TÜRKÇE BİLMEMEK Mİ !

25 Ocak 2013


Tarih, hafızası tartışılacakları sorgulamamız ve doğruyu görmemiz için yaratılmış olmalı!

Her insanın, kültürel kimliği, değerleri bunun yanında ana dilini yaşatması, en tabii hakkıdır. Özellikle dilin, önemi en öncelikli olanıdır. Kimliği her ne olursa olsun, bir millet içerisinde yer alan halklar, zamanın onlara hazırladığı değişik şartlar nedeniyle, kültürel varlıklarını ya tamamen ya da kısmen kaybetmiş olabilirler. Yine zamanın onlara hazırladığı yeni bir ortam karşılarına çıktığında, bazıları bu kimliklerini, dillerini tekrar yaşamak ve yaşatmak için bir çaba yaratmaya çalışırlar. Böyle bir çalışmanın en önde geleni ise ANA DİL’DİR. Toplumlarda bu davranış şekline saygı göstermek durumundadırlar.

Fakat bu ÜLKE’DE, ikinci bir dilden bahsedenlerin, DİL hakkında neye göre konuştuklarını acaba kendileri de biliyorlar mı? Safsata o kadar çok ki; devletin dili değil de, resmi dilin TÜRKÇE olmasına kimsenin bir dediği yokmuş!

26 Eylül 1932’de TÜRK DİLİ TETKİK CEMİYETİ birinci kurultayı ilk toplantısında tartışılan konulardan kimler ne kadar haberdardır?

- TÜRK DİLİNİN ESKİLİĞİ
- TÜRK DİLİNİN KENDİ MUHİTİ İÇİNDE İNKİŞAFLARI, LEHÇELERİ, KELİME HAZİNELERİ
- HALK ve DİVAN EDEBİYATI
- TANZİMATTAN 1932’e KADAR TÜRK DİLİNİN GÖSTERDİĞİ DEĞİŞİKLER
- TÜRK DİLİNİN ASRỈ ve MEDENỈ İHTİYAÇLARI, başlıkları altında başka neler müzakere edilmişti?

En azından, bütün bunların bir kısmı hakkında bilgi sahibi olmak için, Milli Eğitim Bakanlığının 1933 yılında yayımladığı ‘’Birinci Türk Dili Kurultayı, Tezler ve Müzakere Zabıtları’’ adlı 496 sayfalık esere bakmak da, hiç kimsenin hatırına gelmez?

Ancak, geçip giden yıllar içerisinde, yaşanılan coğrafyanın veya devletin ortaya koyduğu birlikte yaşama şartları, eğitim sistemi, dünyanın her yerinde istisnaları dışında tek bir dil ile konuşmuş, öğretmiş, eğitim ve öğretimini de o devlet diliyle yapmıştır.

Onun içindir ki, gerek Osmanlı İmparatorluğu, gerek Türkiye Cumhuriyeti Devleti dil de TÜRKÇE’Yİ resmi dil yapmış ve kullanmıştır. Yazı ve dil konusunu bilindiği üzere, SÜMERLERE kadar götürebiliriz. Samimi olarak, yaşatılmak istenilen her etnik dilin unutulmaması için hepimize ne düşüyorsa onu da yapalım. Fakat TÜRKİYE’DE bilmem şu kadar insan hiç TÜRKÇE bilmiyor diye yalan söylemeyelim.

Böylece, daha öncesini, yani SÜMERLERE, ROMALILARA kadar gitmeyi bir kenara bırakırsak, kurulan TÜRK Devletlerinde ve OSMANLI’DA sonrasında da TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE nasıl zorunlu olarak eğitiliyormuşuz ve bugün nasıl eğitiliyoruz, biraz anlamaya çalışalım. Ki, kanunen kimsenin TÜRKÇE bilmemesinin mümkün olmadığını görmüş olalım.

SIBYAN mekteblerinden İLK MEKTEBE doğru yol alalım. Tamamı başlı-başına konular olduğu için, SIBYAN mekteblerinin müfredatını, ‘’USUL-İ CEDİDE’’ okullarının açıldığını, bir zamanlar iki başlı eğitim sistemimiz olduğunu hatırlamaya çalışalım. TEVHİD-İ TEDRİSAT Kanununa gelinceye kadar nasıl bir uygulamadan geçildiğini sıralayalım. Bu arada, SIBYAN MEKTEBİNDEN- İLK MEKTEBE gelirken, sizleri fazla yormamak için de ‘’KÜTTAB-I SEBİL’’İ, ‘’MEKTEB-İ SEBİL’’İ, ‘’USUL-İ CEDİDE’’İ, ‘’DARÜTTALİM’’İ, ‘’MEKTEBHANE’’İ, ‘’MUALLİMHANE’’İ, ‘’DARÜLİLM’’İ, ‘’MAHALLE MEKTEBİ’’, ‘’TAŞ MEKTEB’’İ ve ‘’ÂMİN ALAY’’INI burada anlatmıyorum. İnanıyorum ki, sizler bu detayları araştırarak, konuyu FATİH MEDRSELERİNE kadar götürebilirsiniz!


1824’de II: Mahmut’un yayınladığı fermanla ‘’İLKÖĞRETİM’’İN ‘’MECBURİ’’ yapıldığını, değişik nedenlerle bu mecburiyetin 1839’a kadar yeterince uygulanmadığını akılda tutarak; 1845’de ‘’MECLİS-İ MAARİF-İ DAİMİ’’nin, 1846’da ‘’MECLİS-İ MAARİF-İ UMUMİYE’’İ, ilköğretimin ZORUNLULUĞU yanında, bunu bitirenlerin ‘’RÜŞDİYE’’ye alınmasının kararlaştırıldığını ve de 1846’da ‘’MEKATİB-İ UMUMİYE NEZARETİ’’ nin de kurulmuş olduğunu bir tarafa not edelim.

Bir tarafta akılda tuttuklarımız ile not ettiklerimizin yanına; 1847’de ZORUNLU eğitimle ilgili ‘’TALİMATLAR’’IN olduğunu, 1850’ler den sonra, İLKEĞİTİM’İN kontrol altında tutulması için çalışmalar yapıldığını, 1856’da yayımlanan ISLAHAT FERMANI ile ‘’MECLİS-İ VÜKELA’’ da ‘’MAARİF NAZIRLIĞI’’nın yer alması kararı doğrultusunda 17 Mart 1857 de ‘’MAARİF-İ UMUMİYE NEZARETİ’’nin kurulduğunu, 1857–1861 yıllarında ilk MAARİF NAZIRI’NIN (MİLLİ EĞİTİM BAKANI) Abdurrahman Sami Paşa, müsteşarının da Hayrullah Efendi olduğu hatırlatalım.

1862’de ise yeni bir eğitim şekli ‘’uygulamaya sokulurken’’ ‘’İPTİDAİ’’ lerin 10 Şubat 1864’de ilk-orta ve yüksek öğretim genel müdürlüklerinin, 1866’da ders kitaplarını hazırlayacak ‘’TELİF ve TERCÜME DAİRESİ’’ nin kurulduğunu, 1 Eylül 1869’da ‘’MAARİF-İ UMUMİYE NİZAMNAMESİ’’ hazırlandığını kaydedelim.

Bu NİZAMNAMENİN 9. maddesin de; ‘’KIZLARIN 6–10, ERKEKLERİN 7–11 yaşları arasında MEKTEBE DEVAMLARI ZORUNLUDUR’’

12. maddesin de; ‘’Çocuğunu okula göndermeyen anne-babaya ayda üç kez tebliğ yapılır, yine göndermez ise maddi durumuna göre beş kuruştan yüz kuruşa kadar para cezasına çaptırılır, çocuk yine okula gönderilmez ise zorla okula getirilir.’’

Bu ZORUNLULUK 1876 tarihli KANUN-İ ESASÎ’DE yer almış, bunun da 14. maddesin de; ‘’Osmanlı vatandaşlarının tümüne öğretimin ilk aşaması ZORUNLU olacak’’ denilmiştir.

1913’de ise ‘’TEDRİSAT-I İPTİDAİYE KANUN-I MUVVAKKAT-İ’’ çıkarılmış, bu kanunun birçok maddesi de 1961 yılına kadar uygulanmıştır. Özellikle kanun da ‘’İLKÖĞRETİM ZORUNLU ve MEKÂTİB-İ İTİDAİYE-İ UMUMİYE’’DE parasız olduğunu da hükme bağlamıştır. Bununla ‘’İPTİDAÎ’’ ve ‘’RÜŞDÎ’’ adlarıyla mevcut olan okullar birleştirilmiş ve ‘’MEKATİB-İ İPTİDAİYE-İ UMUMİYE’’ adı verilmiştir.

II. Abdülhamid döneminden itibaren yaşanan ‘’MEKATİB-İ İPTİDAİYE’’, ‘’USÛL-İ CEDİDE MEKTEBİ’’, ‘’USUL-Ü SAFTİYE’’ ve ‘’USUL-Ü MEDDİYE’’ tartışmalarını da bir yana bırakıyorum.

29 EKİM 1923’ de CUMHURİYET’İN kuruluşu, 3 MART 1924’de TEVHİD-İ TEDRİSAT KANUNUN çıkarılışını, eğitimin tek elden yürütüldüğünü, bugüne kadar da aralıksız İLKÖĞRETİM’İN ZORUNLU olduğunu unutmayalım.

Bütün aksaklıklarına rağmen, yukarıda özetlediğim şekliyle OSMANLI toprakların da da, TÜRKİYE CUMHURİYETİ toprakların da da, yaklaşık İKİYÜZ YILDIR, ilköğretim ZORUNLU olmuştur.

Bugün, TÜRK MİLLETİ’NİN aklıyla alay edercesine, Doğu ve Güney Anadolu’da hiç TÜRKÇE bilmeyenlerin yaşadığından bahsetmek ne kadar samimi bir yaklaşımdır.

Şayet söylendiği gibi ise bırakın OSMANLI dönemini, sadece CUMHURİYET döneminde, İLKÖĞRETİM’E çocuklarını göndermeyen bütün veliler, bu güne kadar söz konusu bölgede görev alan bütün yetkililer SUÇ işlemiş demektir.

Bir lehçeyi, bir dili kültürel olarak öğrenmek, öğretmek, yaşatmak saygıyla karşılanacak bir davranıştır. Bu insan Kürtçeden başka dil bilmiyorlar diye yalan söylemek ise tek kelimeyle samimiyetsizliktir.

KAYNAK: Zülfü Demirtaş
Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi
Cilt:17, Sayı: I Sayfa:173–183
 

Cem Cüneyd Canan

Cem Cüneyd Canan © 2006 - 2024 Her hakkı saklıdır. Başa Dön